documenta 14: Atina’dan Öğrenemediklerimiz
“Atina’dan öğrenmeye” gelen yüzlerce sanat profesyonelini bir araya getiren documenta 14, bize tek bildiğimizin hiçbir şey bilmediğimiz olduğunu hatırlatarak başladı. Felsefeye giriş dersine devam etmeden önce, 1955 yılından beri beş senede bir Almanya’nın Kassel şehrinde düzenlenen ve dünyanın en önemli güncel sanat sergisi olarak kabul edilen documenta’nın nasıl kendini Ege kıyılarında bulduğunu hatırlayalım.
İstanbul, basının manşet üretmek için kullandığı “yeni Berlin” sıfatını Gezi’den sonra karanlığa gömülerek kaybedince, bu vadedilmiş potansiyelin meşalesi Brüksel, Lizbon ve Atina’ya geçmişti. Kimileri bunda documenta 14’ün Atina’yı kapsayacağının açıklanmasının katkısın olduğunu düşünürken, diğerleri tam bu ‘trend’ yüzünden serginin Atina’yı seçtiğini düşünüyordu. Daha önce 11. edisyonun küratörü Okwui Enwezor ya da dOCUMENTA (13) küratörü Carolyn Christov-Bakargiev Almanya dışında uydu etkinlikler gerçekleştirmişti, lakin bu ölçekte bir adem-i merkeziyet ilk kez yaşanıyordu. documenta 14 küratörü Adam Szymczyk’in 2013 yılında Atina’yı Kassel ile aynı kaideye koyduğunu ve küratoryal ekibi Atina’ya taşıdığını açıklaması heyecan, merak ve en çok de şüphe yaratmıştı. Nazi dönemi sonrası Almanya’yı içinde bulunduğu karanlıktan çıkarmayı hedefleyerek doğan documenta’nın, acılı bir geçmişi olan Almanya-Yunanistan ilişkilerinin en kötü olduğu dönemde Atina’ya taşınması iki ülke açısından sembolikti. Bu yıldız küratör neyin peşindeydi?
O günden açılışa uzanan süreçte uygun kiralar, portakal çiçeği kokulu hava, misafirperver halk, adalar ve mezeler peşinde şehre taşınan küratörler ve onları takip eden sanatçılar keyifli bir kaç sene geçirdiler. Bu süreçte bizim gibi Yunanistan sahnesini yakından takip edenler, sanatçılar ve inisiyatiflerin ateşli tartışmalarına tanık oldular. Bu “akın”, pek çok imkansızlıkla boğuşan ve yerel aktörlerin özverisiyle ayakta kalan Atina sanat sahnesini uluslararası sanat dünyasıyla buluşturarak kaderini değiştirebilir diyenler ile varolan dengeleri bozup arkasında sömürülmüş bir periferi bırakacağını savunanlar arasında kimin haklı çıkacağını zaman gösterecek; ama rakı masasında kültürel emperyalizm tartışmaları devam edecek gibi gözüküyor.
Geçtiğimiz dört sene içerisinde Yunanistan’da borç ve mülteci krizi derinleştikçe ve Almanya’nın başını çektiği Troyka ile ilişkiler gerildikçe, bu tartışma daha da tutkulu bir boyut kazandı. Bu karmaşık bağlamda Atina’ya doğru yola çıkarken ne göreceğimize ya da deneyimleyeceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Queer aktivist Paul B. Preciado’nun küratörlüğünü üstlendiği ve bir süredir devam eden kamusal programları saymazsak, sergilere dair bilgiler devlet sırrı gibi saklanıyordu. Akredite basın mensupları ve sanat profesyonellerine bir performans çizelgesi dışında ne sanatçılar, ne mekanlar ya da format konusunda hiçbir bilgi iletilmemişti. documenta kapsamında alışıldık anlamda bir sergi görüp görmeyeceğimizden bile emin değildik. Bu gizemli hazine avı, 2,5 saat süren ve (sanırım) 12 konuşmacının ağdalı konuşmalarının performatif öğelerle harmanlandığı basın toplantısından sonra biraz aydınlanır diye umuyorduk ama nafile! 2003-2014 yılları arasında Kunsthalle Basel’in direktörlüğünü üstlenen 46 yaşındaki Polonyalı küratör Adam Szymczyk’in farklı planları vardı. Basın toplantısı Yunan besteci Jani Christou’nun 1968 tarihli yapıtı Epicycle’ın katılan sanatçılar tarafından icrasıyla başladığında naif bir heyecan içerisindeydim. Sonradan anlayacaktım ki, documenta 14’ün işleyişini çözmek için, 44 yaşında talihsiz bir araba kazasında hayatını kaybeden Christou’nun son eserini kavramak gerekiyordu. Günler, haftalar ya da aylar gibi açık uçlu bir zaman diliminde icra edilebilen bu yapıta, dileyen herkes vokal ya da farklı müdahaleler ile katkıda bulunabiliyor – seçtiği sese sadık kalarak sadece onu tekrarlamak kaydıyla. Cambridge’de Ludwig Wittgenstein’ın öğrencisi olmuş olan avangard kompozitörün “continuum” adını verdiği ve hayatının son dönemini adadığı bu kavram, ekibin çıkış noktasıydı. Bu süregelen ve dönüşerek yenilenen soyut varlığın kapıları, içeri girmek isteyen herkese açıktı. Küratörler, bizi Epicycle gibi başı ve sonu olmayan documenta 14 süremine katılmaya davet ediyordu.
Çekiçleriniz ve maymuncuklarınızı hazırlayın, documenta avına çıkıyoruz!
Açılış konuşmasına Atina’dan “daha önce bildiğini sandığı herşeyi unutması gerektiğini öğrendiğini” (unlearn) söyleyerek başlayan Szymczyk, bize bir zen gurusu edasıyla beklentilerimizden vazgeçmemizi ve bildiklerimizi unutmamızı salık veriyordu. Felsefe gibi, documenta 14 de cevaplardan çok sorularla ilgileniyordu ve bunu böyle kabullenmeliydik.
Bir şehri turist olarak tüketmek yerine, gezginler olarak onunla nasıl yeni bir ilişki kurabiliriz – işte kendimize sormamız gereken sorulardan ilki buydu. Öte yandan, orkestra şefi Szymyck, hepimizin politik özneler olarak hareket etmemiz ve sorumluluk üstlenmemiz gerektiğini söylüyordu. Bildiklerimizi unuttuğumuz ve referans noktalarımızı kaybettiğimiz bu Peripatetik yolculukta, nasıl anlamlı bir politik sorumluluk taşıyarak değişime katkıda bulunacak bilince ulaşacaktık? Bu çelişkili konuşmayla açılan basın toplantısında d14 ekibi ve sanatçılardan oluşan yüzlerce kişilik grubun, Megaron konser salonunu hınca hınç dolduran basın mensupları ve sanat profesyonellerinin karşısında saatlerce sahnede oturmaları başlı başına bir performanstı. Bu duygusal ‘gösteri’nin en unutulmaz anı ise, 6 Nisan 2006’da (tesadüf eseri basın toplantısıyla aynı gün), Kassel’de neo-naziler tarafından öldürülen Halit Yozgat’ın kızı ve yakınlarının konuşması oldu.
Tabii ki Kassel’i görmeden bu satırları kaleme almam yarısını okuduğum bir kitap hakkında eleştiri yazmak gibi değerlendirilebilir. Atina’daki üç günün büyük bir bölümünü basın toplantısı ve 14 bulmacasını çözmekle geçirdiğimizi de hesaba katınca, aslında buzdağının sadece görünen kısmı üzerinden ahkam kestiğim de söylenebilir. Yine de ortalama bir seyircinin de bundan öteye gitmeyeceğini, ya da Atinalı bir izleyicinin büyük ihtimalle Kassel’i göremeyeceğini hesaba katarsak, izlenimlerimi gördüklerimden yola çıkarak yazmam hoşgörülebilir. Hatta buna küratörlerin d14’ün bir başlangıcı, sonu ya da izleği olmadığını söylediğini de hesaba katınca, sınıf birincisi edasıyla bir elinizde yıldızlarla dolu Google Maps, diğerinde içinde aslında sergilenen işlerle ilgili pek bir bilgi içermeyen kataloglarla kendinizi oradan oraya atmanız manasızlaşabilir. Dolayısıyla belki de en iyi tavsiye, ana mekanları gördükten sonra gerçekten de sergiyi bir coğrafya olarak düşünüp, kendi Atina hikayenizi yazmak ve sürpriz karşılaşmalarla mutu olmak.
Serginin omurgasını dört ana mekan oluşturuyor: Atina Konservatuarı, Benaki Müzesi, Atina Güzel Sanat Akademisi ve EMST, yani yıllar süren bekleyişten sonra kapılarını açan güncel sanat müzesi. Küratörler ana mekanlardan başlamak yerine mahalleleri keşfe çıkmanızı salık verse de, benim eski kafalı zihnim yine de bu labirentte yol gösterecek bir ip arıyor - oysa eş küratörlerden Monika Szewczyk’in bizi uyardığı gibi bu kurgusuz hikayede bize ip getiren bir Ariadne yok. Tabii ki göç, dil, kriz, direniş, politik popülizm gibi su karaya vuran genel temalar var. Bauhaus öğrencisi Ioannis Despotopoulos tarafından 1959 yılında tasarlanan konservatuar Odeion, documenta 14’ü keşfetmek için iyi bir başlangıç noktası.
Szymczyk’in hakkını Szymczyk’e vermek gerekirse, über-sergide yer alan 160’a yakın sanatçının pek çoğunun batı-dışı ülkelerden gelen ve göreceli olarak az tanınan isimler olması mutluluk vericiydi. Küratör ve ekibinin internette pek izine rastlanmayan, unutulmuş tarihsel işler ile periferideki üretimi böylesine önemli bir sergide buluşturması tabii ki çok anlamlı. “Küresel güney”in parçası olan cesur seslerin duyulması umut verici. Öte yandan, tam 5 sene içerisinde hazırlanan sergi rehberine sanatçıların isimlerini içeren bir dizin koymaya gerek görmedikleri için bir sanatçının işinin 47 mekandan hangisinde yer aldığını tahmin etme oyunu ya da fotoğrafını çekmeyi unuttuğunuz bir işe dair bilgileri katalogda ya da internette arayıp bulamama sendromu bu işleri keşfetme heyecanını biraz kursağımızda bıraktı. Akıl sağlığınız için, tutarlı bir bütünü görme gayesinden vazgeçip, deneyimlediğiniz anlara odaklanmakta fayda var.
Küratöryal duruş kisvesi altında çekilen bütün bu eziyetin sonucunda buluşmayı başardığım keşifler ve yetişebildiğim muhteşem işler ise devam etme gücümü ve organizasyonların ötesinde sanatçılara olan inancımı tazeledi. Burada anamayacağım kadar uzun bir liste içerisinde yeni işlerden Nevin Aladağ’ın “Music Room” (Müzik Odası) performans/yerleştirmesi, Nairy Baghranian’ın EMST’te bulunan çizim masası, Cecilia Vicuña’nın Perulu ana tanrıçaları Yunan mitolojisiyle buluşturduğu şiirsel yerleştirmesi, Daniel García Andújar’ın savaşın felaketlerini anlatan odası, Gennadius Kütüphanesi’nde her görenin boğazında düğümlenen Banu Cennetoğlu’nun Gurbet Günlüğü yerleştirmesi ve Guillermo Galindo’nun sınır geçen mülteciler için tasarladığı enstrümanlarını sayabilirim.
Tarihsel işler arasında, kimi zamanda sergi içerisinde bir bağlama oturmasa da, Szymczyk’in memleketi Polonya başta olmak üzere Doğru Avrupa’dan önemli bir seçki yer alıyordu. Kraków grubu üyesi Erna Rosenstein’ın 1950’lerde gerçekleştirdiği resimleri, Sedje Hémon’un 1957-1963 tarihleri arasında gerçekleştirdiği gizemli geometrik işler, Sri Lankalı müzisyen ve fotoğrafçı Lionel Wendt’in fotoğrafları ile Roman sosyalist gerçekçi ressamlar notlarım arasında. Cornelius Cardew’ün 1969’da kurduğu Scratch Orchestra ile ilgili arşiv malzemeleri ya da geçen sene kaybettiğimiz Pauline Oliveros’un nadir görülen partisyonları gibi serginin temel notalarından biri olan ses temalı işler de documenta 14’ün en güçlü eksenlerinden birini oluşturuyor. Tabii sergilenen bu işlerin mekanlara neye göre dağıldığının kimi zaman bir muamma olmasını ya da her serginin kendi içindeki tutarsızlıklarını aktarmaya nefesimiz yetmiyor.
documenta’nın böyle bir sorumluluğu olduğunu düşündüğümüzden değil ama sergide yer verilen Angelo Plessas ve Andreas Angelidakis gibi bir kaç isim dışında Yunan güncel sanatını keşfetmek isterseniz, dümeni documenta parkurunun dışına kırmanız gerekecek: Kâr amacı gütmeyen yerel girişimlerden Atina Bienali, State of Concept, 3 137 ya da Radio Athenes’i ziyaret edebilir; ünlü koleksiyoner Dakis Joannou tarafından desteklenen DESTE Ödülü 16. yıl sergisini gezebilrsiniz. Ufuk açıcı sanatçıları temsil eden Kalfayan, The Breeder, Ileana Tounta, Nitra, Rebecca Camhi gibi Atinali galerileri rotanıza ekleyebilirsiniz. QBox’ta Ali Kazma’nın işleriyle hafıza tazeleyebilir, iki adım ötedeki Cantina Social’de underground’ın nabzını tutabilirsiniz.
Ünlü eski finans bakanı Yanis Varoufakis’in dediği gibi, “kriz turizmi”nin parçası olmadan documenta’yı deneyimlemek güç. Her ne kadar dikkatleri buradaki krize çekerek farkındalık yaratsa da, Yunanistan’ın içinde bulunduğu trajediden besleniyor olması documenta’yı ister istemez bir işgal kuvvetine çeviriyor. Açılış performanslarından birinde, Arjantinli sanatçı Marta Minujín’in Angela Merkel’i canlandıran bir oyuncuyla Yunanistan’ın zeytinleri karşılığında borçlarının silinmesi pazarlığı yapmasını aşağılayıcı bulan Yunan arkadaşlarımı teskin etmeye çalışıyorum ama tabii ki onları anlayabiliyorum.
Dans edebildiğimiz bir devrim?
Atina’nın vazgeçilmez mekanlarından olan six d.o.g.s’daki SAVY Funk gecesi belki de documenta 14’ün en samimi anlarından biriydi. Küratörlüğünü Bonaventure Soh Bejeng Ndikung, Marcus Gammel ve Elena Agudio’nun üstlendiği uluslararası bir radyo projesi olan SAVY Funk kapsamında Rio’dan Beyrut’a dünyanın dört bir yanından sekiz radyo istasyonu documenta’ya özel programlar hazırlarken, Berlin’de bu vesileyle tam zamanlı yeni bir radyo istasyonu kurulmuş. Bu işitsel projeyi deneyimleyebileceğiniz web sitesini bulmayı başarırsanız müthiş bir hazine sandığı sizi bekliyor olacak.
Bir de Almanların açılış etkinlikleri kapsamında para israfı olarak gördükleri bir parti yapmayacaklarını duyurmalarına rağmen, son anda ‘eyvah bu güruhu nasıl eğleriz’ diyerek düzenledikleri açılış partisi var.. six d.o.g.s kurucusu Konstantinos Dagritzikos’un bizim coğrafyaya has doğaçlama mucizeleriyle kotarılan gece, Atina Festivali’nin muhteşem endüstriyel mekanında yerel gruplar ve uluslararası müzisyenleri binlerce Atinalı’yla buluşturdu. documenta’nın çok şükür sonunda halka karıştığı bu gecede, daha önce pek çok müzede performanslar gerçekleştiren deneysel Berlinli prodüktör Beatrice Dillon’ı izlemek gecenin sürpriziydi.
Çok sevdiğim Atina’yı yeni bir gözle keşfedeceğimi düşünerek çıktığım bu yolculuktan, biraz yüreğim burkularak döndüm. Belki de biz İstanbullular’ın süregelen oryantalizm ile yaşadığına benzer bir duygu olduğu için, tanıdık bir hayalkırıklığı... Egzotik diyarlara safariye gelmiş turistler ya da meraklı antropologlar gibi, kemik gözlükleri ve COS kostümleriyle Alman sanat dünyası Atina’nın kendi halinde sokaklarında sanat avındaydı. Dekor Atina değil Beyrut, İstanbul ya da Marakeş olsa da çok bir şey farketmezdi. Zaten kısa bir süre için geldiğiniz ve çok da hakim olmadığınız bir şehirde, 47 mekan arasında çılgınca koştururken nasıl etrafınıza bakacak, düşünecek, iki kelam edecek vakit bulabilirdiniz?
Diyelim ki zaten documenta aslen sergiyi aylar içerisinde deneyimleyecek Atinalılar için kurgulanmıştı. O zaman arabulucuğu ve pedagojiyi, işaretlendirme ve açıklamayı reddeden; anlaşılması mümkün olmayan şifreli “14” reklamlarıyla şehri donatan bir organizasyonla halkın nasıl ilişki kurmasını beklediklerini bilemiyorum.
Bütün bunların üzerine demokrasi krizinden bahsedip, ‘öz hakiki politik’ sanata gönül koyduklarından dem vuran ama toplumun temsil ettiklerini düşündükleri üyelerinin ulaşması imkansız içerikler üreten küratörlerin samimiyetinden şüphe duymadan edemiyor insan. Milyonlarca dolar bütçeli küresel sanat sergilerinin gerçekten kime, ne faydası var? Nasıl bir söylem üretimine katkıda bulunuyorlar? Bağımsız sanatçılar, yeni eser üretiminin ekseriyetle galeriler tarafından finanse edildiği bu sistemde ne kadar temsil edilebiliyorlar? Belki de çuvaldızı kendimize batırma vakti gelmiş de geçiyor. Almanlar her ne kadar vergi mükelleflerinin parasıyla parti ve VIP etkinlikler yapmayı reddetmiş olsa da, günün sonunda Atina’ya uçan galeriler ve koleksiyonerler bu çarkı döndürüyor. Yıldız küratörler bohem burjuva hayatlarını sürdürürken, oluşturdukları sergiler sözde temsil ettikleri toplumun ezilen sınıflarını kapsamak yerine, daha da dışlıyor.
Aslında basın toplantısının sonunda sahneye davet edilen ve anonim bir film kolektifinin parçası olan Suriyeli sanatçı hepimizin parçası olduğu bu çelişkiyi olanca çıplaklığıyla yüzümüze vurmuştu: Biz onların çaresizliğinden besleniyor, onların acısını piksellere taşıyor, Instagram’da paylaşarak içini boşaltıyoruz. Bunu duyarlı olduğumuz için yaptığımızı zannediyoruz, ama aslında onların gururunu kırdığımızı, acısını araçsallaştırdığımızı hiç düşünmüyoruz.
Tabii ki bir serginin sosyo-ekonomik problemlere somut çözümler üretmesini beklemiyoruz, ama tüm söylemini kriz üzerine kuran ve Almanya’nın Yunanistan’a bakış açısını değiştirmeyi hedefleyen Szymyck’in bir sorumluluğu olmalı elbet. Kendisinin de röportajlarında dediği gibi, bu ölçekte bir sanat olayının politikayı etkileme gücü var. Çok az ölümlüye nasip olan bir bütçe ve hazırlık süresine sahip olduğunu göz önüne alınca, bu kaynakları nasıl dağıttığı politik bir karara dönüşüyor. Dolayısıyla İsveçli meslektaşımızın sorduğu bütçe sorusuna “bilmiyorum ve önemsemiyorum” yanıtını vermesi hayli tatsız - hele de bu operasyonu Yunanistan gibi sanatçıların en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı bir ülkede yürüttüğü düşünülünce. Yarısı Alman devleti tarafından sağlanan, diğer yarısı ise bilet satış gelirleri ve sponsorluklar ile finanse edilen 37 milyonluk bütçesi olan bir organizasyondan ister istemez herkesin bir beklentisi var. Dolayısıyla kaçak oynamayı seçen “biz aslında zaten Learning From Athens (Atina’dan Öğrenmek) başlığını çalışma başlığı olarak öngörmüştük, yerel inisiyatiflerle işbirliği yapmak gibi bir niyetimiz hiç olmamıştı, zaten Atina da Lagos ya da Burkina Faso gibi ilgimi çeken herhangi bir şehir" gibi talihsiz açıklamalar durumu pek kurtarmıyor. Beslediği dev ekosistem, eleştirdiği neo-liberal düzenin ve demokrasi krizinin aktörlerinden birine dönüşüyor. İyi niyetli bir çıkış noktası olsa da, bu mega projenin bizi bir araya getirme ideali, tüm sanatçılar, küratörler, çalışanlar, ve gönüllülerin özverili çabalarına rağmen tam tersi bir deneyimle sonuçlanıyor. Neredeyse her hafta bir fuar ya da Bienal arasında koştururken düşünmeye bile vakti olmayan sanat dünyamızda belki de ölçeği küçültme ve derinleşme vaktidir.
Atina ayağı 16 Temmuz’a kadar devam eden documenta 14’ü ziyaret edeceklere naçizane önerim, çağımızın hastalığı olan bir şeyleri kaçırma korkusundan arınarak yolculuklarına başlamaları olur. Bir de bütün bu şova rağmen, sanatın dönüştürücü gücüne inanmaya devam etmeleri - en çok da de bu büyük çarklar, gururlu tavırlar ve çelişkili söylemlerden kurtulup, çatlaklarda gerçeklerle buluştuğu zaman..