top of page

Duygusal Bir Sanat Formu Olarak Teknoloji: Robert Henke, Lumière III



Işıklar sönüyor ve zihin sınırlarımızın ötesine uzanan tanımsız boyuta yolculuğumuz başlıyor. Bilincimiz açık, ama bildiğimiz formal dilleri unutuyoruz. Karanlık ekranda farklı renkte lazerlerin adeta dans ederek çizdiği semboller ve onlarla uyum içerisinde değişen sesler, ezoterik bir psikanaliz teorisinin gizli ritüelleri gibi. Eski filmlerde hipnotize eden spiral görüntüleri izleyen masum kitleler gibi, başımıza neler geleceğini kestiremediğimiz kolektif bir hipnoz seansındayız. Lakin bu sefer hipnoz bize türlü kötülükler yaptırmak için değil, bizi yeni bir bilinç seviyesine taşımak için incelikle tasarlanmış. Robert Henke’nin yarattığı Lumière III’ün büyüleyici işitsel-görsel evrenindeyiz. O seyircilerin arkasındaki masasında dört lazer ve çok kanallı ses orkestrasını yönetirken, biz önümüzdeki sonsuz boşlukta hızla akan ve idrak edebildiğimiz gerçeklik sınırlarını zorlayan sekanslar arasında zihinsel bir yolculuktayız. Ne kadar soyut olursa olsun, dört nala akan kompozisyonun her karesi insanda başka bir duygu merkezini tetikliyor ve beklenmedik bir katarsis işlevi görüyor. Biçimler ve ses arasındaki programlanmış etkileşim sanki yepyeni bir algı düzlemi yaratıyor. Peki hem müzikleri, hem de görselleri tümüyle teknoloji kullanılarak icra edilen ve eser miktarda doğaçlama içeren bir dijital performans nasıl hüzün, öfke, coşku gibi farklı ruh durumları yaratabiliyor? Ya da bilinçaltında uyuyan geçmiş acıları ya da karmaşık hikayeleri hatırlattıktan sonra, salondan insanlığa dair umut ve heyecan taşıyarak ayrılmamızı sağlıyor?


Bilgisayar kodları, lazer ışınları ve dijital seslere ruh vermek ve onları sanata dönüştürmek kalıplara sığmayan Robert Henke’nin sırrı. Hepimiz başka bir misyonla dünya geliyoruz. Mucit, mühendis, müzisyen ve görsel sanatçı Henke, bulunduğumuz gerçekliği sorgulamak ve dönüştürmek için aramızda olanlardan. Onu ilke kez Christopher Bauder ile gerçekleştirdiği ATOM projesiyle Centre Pompidou’da canlı izlediğimde zihnimde yeni bir kapı açılmıştı. Deha, duygu ve estetiği birleştirebilen yegane yeteneklerden, üstelik bunu yaparken alçakgönüllü kalabilecek kadar da kökleri sağlam. Henke’yi gözünüzde canlandırmak isterseniz kafanızdaki “Alman nerd” stereotipi büyük ihtimalle sizi yanıltmayacaktır - gözlükleri, aksanı, üzerine tam oturmayan giysileri, sakarlığı ve hafif kambur duruşuyla ta kendisi. Lakin kendisini Berlin’deki stüdyosunda dünyaya kapalı bir teknolojik dehlizde yaşıyor sanmayın: Donald Trump’ın Müslümanlara seyahat yasağı emrinin ardından Lumière III ve Monolake’nin A.B.D turnesini iptal edecek kadar yürekli ve duyarlı. Henke, turnenin Londra’da gerçekleştirilen dünya prömiyerinde yaptığı konuşmaya türümüzün evriminin, beynimizin evrimine bağlı olduğunu söyleyerek başladı. Cinsiyet ya da etnik köken fark etmeksizin fikirler ve insanların özgür dolaşımının ne kadar önemli olduğunu, dünyanın ilk bilgisayar programcısı kabul edilen İngiliz kadın matematikçi Ada Lovelace, İngiltere’ye 2. Dünya Savaşını kazandırmakla kalmayıp, bilgisayar mühendisliğinin öncüsü olmasına rağmen cinsel seçimleri sebebiyle İngiliz hükümeti tarafından mahkum edilen dahi Alan Turing ve ailesi Suriyeli olan Steve Jobs’u anarak hatırlattı.



Bir bilgisayar mühendisinin karmaşık problemlere basit çözümler getirme odaklı beynini, ince bir ruh ve keskin bir gözle birleştiren Robert Henke, teknoloji ve kodun estetik anlamda güzel olabileceğine inanıyor. Hatta kimi zaman bilgisayar kodlarını seksi bulduğunu itiraf ediyor. Dolayısıyla Gerhard Behles ve Bernd Roggendorf ile birlikte endüstri standardı haline gelen yazılım Ableton Live’ı geliştirirken de teknolojik objeler ve yazılımların da doğru tasarım kararlarıyla birer arzu nesnesine dönüşebileceği savıyla hareket etmiş. Evet yanlış duymadınız, Robert Henke aynı zamanda Ableton’ın da eş yaratıcısı. Aslında Behles ve Henke kafadarların 1990’lar Berlin underground sahnesinden bugüne uzanan öyküleri başlı başına bir yazının konusu olur ama kısa bir anekdot vermekle yetinelim: İkili Münih’te ilk tanıştıklarında birbirlerinden nefret ediyor: Gerhard tam bir burjuva, Robert ise gotik punk. Yolları Berlin’de üniversite yıllarında tekrar kesiştiğinde Tresor, Panasonic, WMF gibi efsane Berlin kulüplerinin müdavimi olup 1995 yılında Monolake’yi kuruyorlar. Daha sonra Behles Ableton’a, Henke ise Monolake’ye yoğunlaşıyor.


Lumière III sanatçının görsel ve işitsel öğeleri birleştiren uzun soluklu projesinin son “sürümü”. 2014 yılında Berlin’de gerçekleşen CTM festivalinin kapanışında, iki saat kuyrukta bekledikten sonra serinin ilk versiyonu olan Lumière’i seyretme şansına eriştiğimde, daha çiğ ama yine de çok güçlü bir tecrübeyle karşılaşmıştım. Geçen üç senede Henke elindeki sonsuz olasılığı daha derli toplu, dramatik ve akıcı bir formata taşımış.


Benim için bu projenin en ilginç yanlarından biri ise bilinçli seçimler ve rastlantısallığın nasıl dengelendiği. Güncel sanat ve deneysel müziği çıplak bir göz / kulakla deneyimleyenler için çoğu zaman bütünü oluşturan parçalar manasız ve tesadüfi seçimler olarak algılanabiliyor – ki kimi zaman gerçekten de rastgele olan ve belli bir düşünce ya da arayış içermeyen bu seçimler küratöryel metinlerle gerekçelendiriliyor. Robert Henke’nin işlerinde ise neredeyse hiçbir seçim rastlantısal değil. İşleri, alışılmış hikaye anlatım ve kompozisyon araç ve formatlarına dirense de, bilinçli seçimlerle örülü bir “dekompozisyon”. Bütünün de, onu oluşturan katmanların kadar anlamlı olması gerektiğine inanan Henke, farklı bölümlerin sıralaması ve geçişlerine verdiği önemle ‘öylesinelik’ şüphesini yok ediyor. Lazerlerin oluşturduğu desenler ve biçimler ile noise’dan ambient’a uzanan sesler arasındaki akıllara durgunluk veren iletişim ise Henke’nin sihirli yazılımının eseri.


Akçakgönüllü Henke’nin düşük beklentilerinin aksine, Barbican’da aynı akşam gerçekleşen iki performansın da biletleri aylar evvelinden tükenmiş, insanlar sosyal medyada bilet bulmak için savaş verirken tabii ki İstanbul’u ve can çekişen salonlarımızı düşünmeden edemedim. Tekil etkinlikler dışında Türkiye’de uzun zamandır kimsenin sahiplenmediği görsel sanatlar, müzik ve teknolojinin kesiştiği bu alana sonunda Murat Abbas ve Lalin Akalan’ın girişimleriyle Zorlu Performans Merkezi sahip çıktı. Geçtiğimiz yıl Barbican ile işbirliği içerisinde “Dijital Devrim” sergisini sunan PSM, bu yıl da Sonar Istanbul kapsamında ilk kez Ryoji Ikeda gibi öncü isimleri İstanbullu izleyici ile buluşturacak. Hatta Robert Henke de İstanbul’a gelmek için can atıyormuş ve PSM ile yakın temas halindelermiş! Dilerim seyirci de bu idealist girişimlerin kıymetini bilir ve uzun vadede PSM’nin desteği Türkiye’de Ali Demirel, Deniz Kurtel, NOHLAB gibi isimlerle filizlenen “audiovisual” üretimin önünü açar.

 

Featured Posts
Recent Posts
Archive
Search By Tags
bottom of page